Bir şehir düşünün. Her fırsatta şikayet ettiğiniz bir şehir…
Kaçıp gitmeyi dilediğiniz bir şehir… Ait olduğunuzu hissetmediğiniz bir şehir… Kalabalıklar
arasında yabancılaştığınız anlarda sanki nefes alamıyor gibi inşaların bakışlarından
ve bıkkınlıklarından boğuldunuz anlar oluyor. Mecazi bir boğulmak değil bu
gerçekten ciğerlerinize nefesin gitmediği ya da az gittiği bir sıkışıklık anı. Öyle
ki öksürmek fayda etmiyor, derin nefes almak bir tık rahatlatıyor fakat hiçbir
şey tam olarak nefesinizin içinizde akmasını sağlamıyor. Neden böyle, ne
yapmalıyım, nasıl olacak, nasıl varacağım nasıl gideceğim, nasıl
yaşayacağım??? Ardı arkası kesilmeyen
sorular ve her boşlukta kendinle yaptığın kısır bir iç muhasebe. Ve tüm
bunların yanında kendinizi bazen bu şehre hayran hayran bakarken bulduğunuz
anları düşünün. Nedir bu çelişkinin sebebi? Kendi ruhsal dengesizliğiniz mi
yoksa şehrin dengesizliği mi?
Bir gece yarısı şehrin bir kıtasından diğerine geçerken o
büyük köprülerde kendini bakmaktan alıkoyamadığın o güzel manzara ne? Şehrin
uykuda gibi görünmesi mi sana huzur veren? Denizin o karanlığı, suların
durgunluğu mu? Yoksa ışıkların birer
nokta olarak parlaması ve yıldızları andırması mı? Benim için belleğime en ince
ayrıntıları ile fotoğrafladığım o an mükemmel bir karesi o şehrin.
Sadece gecesi değil elbette aklımı karıştıran ve beni
çelişkilere sürükleyen. Gündüzleri de var bu şehrin. Vapur sesleri ile
süslenmiş öğlenleri, akşamüstüleri… Martıların eşlik ettiği bir on dakikalık
mola. Bir o kadar kalabalık ve bir o kadar yalnız. Bir o kadar gürültülü ve bir
o kadar sessiz. Kimi zaman ekmeğini paylaştığın, kimi zaman mutluluğunu
paylaştığın ve kimi zamanda hüznünü paylaştığın o martılar, martıların denizi
ve denizin vapuru. Herkesin bu şehir ile ilgili sevdiği harika üçlü. En az
Ranu, ben ve tramvay kadar harika bir üçlü.
Bunları okuduktan sonra düşünmeyin ki şehri güzel yapan
denizi. Denizden alakasız bir yer düşünün. Ayaklarınızın bazen geri geri
gittiği sabahın köründe kalkıp gitmek zorunda olduğunuz o güzel yerleri
düşünün. Mecburiyet ve sorumlulukların altında, kalabalık toplu taşıma
araçlarında o yerlere doğru gittiğinizi düşünün. Orada tüm o telaşlı ve mutsuz
yüzler arasında bir an geliyor ki bir güneş ışığı gözünüzün içine kaçıveriyor.
Kulaklığınızdan size eşlik eden şarkı bir tık daha anlamlı hale geliyor. Dışarı
baktıkça güneş hem sizi hem de içinizi ısıtıyor. Güneş yükseldikçe kanınızdaki
mutluluk hormonu da yükseliyor. Yüzünüzde bir tebessüm yaratıyor. O tebessüm
belki başkalarına bir tebessüm oluyor ve çoğalıyor.
İçinizi ısıtan güneşin bir de batışı var. Onunla birlikte
gitmesine izin verdiğimiz yorgunluklarımız ve hüzünlerimiz var. Ağır ağır batıp
gökyüzüne turuncusundan pembesine renk verdikçe içimizde ki soğuk mavileri
ısıtıyor ve yerine güzel renkler, belki geçici ama tatlı izler bırakıyor.
Tüm bunlardan sonra bu şehri tekrar düşünün. Gerçekten bu
şehir insanı mutlu eden bir şehir mi yoksa kaçıp gidilecek arkada bırakılacak
bir şehir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder