15 Haziran 2017

BİR ŞEHİR


     Bir şehir düşünün. Her fırsatta şikayet ettiğiniz bir şehir… Kaçıp gitmeyi dilediğiniz bir şehir… Ait olduğunuzu hissetmediğiniz bir şehir… Kalabalıklar arasında yabancılaştığınız anlarda sanki nefes alamıyor gibi inşaların bakışlarından ve bıkkınlıklarından boğuldunuz anlar oluyor. Mecazi bir boğulmak değil bu gerçekten ciğerlerinize nefesin gitmediği ya da az gittiği bir sıkışıklık anı. Öyle ki öksürmek fayda etmiyor, derin nefes almak bir tık rahatlatıyor fakat hiçbir şey tam olarak nefesinizin içinizde akmasını sağlamıyor. Neden böyle, ne yapmalıyım, nasıl olacak, nasıl varacağım nasıl gideceğim, nasıl yaşayacağım???  Ardı arkası kesilmeyen sorular ve her boşlukta kendinle yaptığın kısır bir iç muhasebe. Ve tüm bunların yanında kendinizi bazen bu şehre hayran hayran bakarken bulduğunuz anları düşünün. Nedir bu çelişkinin sebebi? Kendi ruhsal dengesizliğiniz mi yoksa şehrin dengesizliği mi?

     Bir gece yarısı şehrin bir kıtasından diğerine geçerken o büyük köprülerde kendini bakmaktan alıkoyamadığın o güzel manzara ne? Şehrin uykuda gibi görünmesi mi sana huzur veren? Denizin o karanlığı, suların durgunluğu mu?  Yoksa ışıkların birer nokta olarak parlaması ve yıldızları andırması mı? Benim için belleğime en ince ayrıntıları ile fotoğrafladığım o an mükemmel bir karesi o şehrin.

     Sadece gecesi değil elbette aklımı karıştıran ve beni çelişkilere sürükleyen. Gündüzleri de var bu şehrin. Vapur sesleri ile süslenmiş öğlenleri, akşamüstüleri… Martıların eşlik ettiği bir on dakikalık mola. Bir o kadar kalabalık ve bir o kadar yalnız. Bir o kadar gürültülü ve bir o kadar sessiz. Kimi zaman ekmeğini paylaştığın, kimi zaman mutluluğunu paylaştığın ve kimi zamanda hüznünü paylaştığın o martılar, martıların denizi ve denizin vapuru. Herkesin bu şehir ile ilgili sevdiği harika üçlü. En az Ranu, ben ve tramvay kadar harika bir üçlü.

     Bunları okuduktan sonra düşünmeyin ki şehri güzel yapan denizi. Denizden alakasız bir yer düşünün. Ayaklarınızın bazen geri geri gittiği sabahın köründe kalkıp gitmek zorunda olduğunuz o güzel yerleri düşünün. Mecburiyet ve sorumlulukların altında, kalabalık toplu taşıma araçlarında o yerlere doğru gittiğinizi düşünün. Orada tüm o telaşlı ve mutsuz yüzler arasında bir an geliyor ki bir güneş ışığı gözünüzün içine kaçıveriyor. Kulaklığınızdan size eşlik eden şarkı bir tık daha anlamlı hale geliyor. Dışarı baktıkça güneş hem sizi hem de içinizi ısıtıyor. Güneş yükseldikçe kanınızdaki mutluluk hormonu da yükseliyor. Yüzünüzde bir tebessüm yaratıyor. O tebessüm belki başkalarına bir tebessüm oluyor ve çoğalıyor.

     İçinizi ısıtan güneşin bir de batışı var. Onunla birlikte gitmesine izin verdiğimiz yorgunluklarımız ve hüzünlerimiz var. Ağır ağır batıp gökyüzüne turuncusundan pembesine renk verdikçe içimizde ki soğuk mavileri ısıtıyor ve yerine güzel renkler, belki geçici ama tatlı izler bırakıyor.


     Tüm bunlardan sonra bu şehri tekrar düşünün. Gerçekten bu şehir insanı mutlu eden bir şehir mi yoksa kaçıp gidilecek arkada bırakılacak bir şehir mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder